0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

18. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“İnsanlar, parçalanmış bir aynanın kırığı gibidir. Elinizin içine almayı istediğinizde sizi keserler.”

18

İHANET

Artık elimde bir arkadaş ve bir sevgiliden başka şey kalmamıştı.

Birisi her öldüğünde kendimi ölmeye daha yakın hissediyordum. İnanç bazen bizi ayakta tutan en temel şey olurdu. Bazen dik dururduk ama bunun omurgamızla alakası olmazdı, inançlı olduğumuz için dik kalabilirdik. Herhangi bir şeye inanmak, o şey için çabalamak sizi güçlü kılardı. Fakat inancı olmayan, hayatta ne istediğini bilmeyen, artık hayal bile kuramayan insanlar da vardı. Ben bugün onlardan biriydim, beni ne sırtımda üst üste binmiş omurgalarım ne de inancım ayakta tutamıyordu. Yıkılışım yavaş yavaş gerçekleşiyordu.

İnancımı yitirdim ve bu gelinebilecek en kötü nokta.

Hayalsizlik ve inançsızlık.

“Sıranın bende olduğunu hissediyorum,” dedi Melodi, saatlerdir aramızda olan sükûneti bozarak. “Hiçbir şey hissetmiyorum.”

Ben de.

“Sesler daha da yükseldi,” dedim bir gayretle. Bizi kurtarmaya geliyorlardı ve yaklaştıklarını anlayabiliyordum. “Sık sık duymaya başladık, yetişebilirler.”

“Diyelim yetiştiler...” Birkaç kez öksürdü ve yerde sürünerek başını kirli zemine yasladı. “Diyelim kurtulduk. Ne eskisi gibi olabilir ki? Gözlerimi kapattığımda Berfin’in çıkan gözünü, Fatih’in bileklerinden akan kanı, Bakil’in ipte sallanan bedenini, Selim’in çaresiz yüzünü görüyorum. Tüm bunlardan nasıl kurtulacağız peki? Akıl sağlımı kim düzeltebilir ki?”

Tüm bunları ben de biliyordum. Evet, buradan çıkarsak berbat halde, bir daha eski kimliklerimize dönemeyeceğimizi bilerek çıkacaktık ama... Çıkacaktık işte! Er ya da geç akıl sağlığımızı kazanabilirdik. Melodi benden daha hassas olduğu için böyle düşünmesini anlıyor ama itiraz etmek istiyordum. Etmedim. “Psikolojik destek alırız,” dedim, nefesimin yettiği kadarıyla. “Zaten hiçbir zaman sağlıklı bir kafam olmadı, hayatımın geri kalanını deli olarak yaşayabilirim.”

“Deli denmez, psikolojik hasta denir.”

Gözlerimi devirdim. “Deli işte.”

Gülmekle bana kızmak arasında kaldığında omzumu silktim. O yerde yatıyor, ben koltukta oturuyordum. Oğuz dışarıda, rayların üzerinde, herhangi bir ses duymayı bekliyordu. Omuzlarım çöktü ve sıkıntıyla inledim. “Kaç gündür buradayız acaba?”

Bu soruyu kendime sormuştum ama Melodi cevapladı. “Bilmem, ne zaman geldiğimizi bile hatırlamıyorum. Düşün, annemle babamın yüzü bile gelmiyor gözlerimin önüne, hiçbir şey hatırladığım yok.”

“Çok şey kaybettik,” dedim açıp avuç içlerime bakarken. Sanki bileklerim daha da incelmiş gibiydi, kilo mu vermiştim? Göbüşüm gitmiş olabilir miydi? Pattis olmamak güzel şeydi. “Zamanı, aklımızı, bazen insanlığımızı, tanıdıklarımızı... Elimde bir tek kalbim kalmış gibi hissediyordum, hâlâ canlı olduğunu bilmek ümide dair tek şeyim.”

“Sen benden de Pollyanna’sın be...”

Bir de Pinokyo.

“Ne yapabilirim Melodi? Biliyorum, çok çaresizce ama yatıp ölümü beklemektense bizi kurtaracaklarını beklemek daha cazip geliyor.”

“Daha fazla hayal kırıklığı,” dedi Melodi, benim tam aksimi düşünerek. “Ne de olsa umut, hayal kırıklığına gebedir.”

“Öyle bir şeyler.”

“Ee,” dedi bakışlarını tavana çevirirken. Işıklar bir gidip bir geliyor, bu yüzden yüzü kimi zaman aydınlıkta kimi zaman karanlıkta kalıyordu. “Oğuz’la nasılsınız?”

Kıvırcık yiğidim.

Onu düşününce elimde olmadan gülümsedim. “Nasıl olalım işte, bildiğin gibiyiz. Bugün kahvaltı için Kadıköy’deydik, yarın Galata’ya çıkacağız, hafta sonu da bir tatil köyüne gitmeyi düşünüyoruz.”

Güldü. Evet, çünkü onu güldürmek istediğim için saçmalamıştım. Söylediklerim belki asla gerçekleşmeyecek hayallerdi ama bu hayaller sayesinde birini güldürebilirdim ve güldürmüştüm. Melodi güldü ama bu biraz eksik bir gülümsemeydi. Hak veriyordum. “Yani birbirinizi seviyorsunuz?”

Evet.

“Boş versene, senin sevdiğin biri var mıydı? Veya bir sevgilin?”

“Hiç sevgilim olmadı.”

Omzumu silktim, bunun kadar normal olan çok az şey vardı. Akil’le çıkarken her ne kadar sevgili olsak da hiç sevgilimmiş gibi hissetmemiştim mesela, sanki arkadaşımdı. Gerinerek bacaklarımı yere indirdim. “Hayalinde hangi üniversite vardı peki ya da hangi bölüm?”

İşaret parmağıyla kirli zemine belirsiz şekiller çizmeye başladı. “Edebiyat istiyordum ama artık bir önemi yok. Yalnız, çok garip değil mi? Sen yıllar boyunca, sadece iyi bir üniversiteye girebilmek endeksli yaşa ama bir anda her şey tuzla buz olsun. Hayatımız pamuk ipliğine bağlı ve biz pamuk ipliğine bağlı hayatımız yüzünden mutlu olmayı hep erteliyoruz. Sadece çalışabilmek için yaşıyoruz, kendimizi mutlu edebilmek için değil.”

“Bu dünyanın her yerinde böyle,” dedim, düşüncelerini desteklesem de. “Mutlu olmayı hep erteleriz.”

“Keşke kendim için bir şey yapsaymışım,” dedi daha alçak bir sesle. Gözüme çok çaresiz görünmüştü. Titreyen sesiyle devam etti. “Kendim için hiçbir şey yapmadım.”

“Keşke yapsaydın,” dedim gözlerimi kaldırıp tavana bulutumuza bakarken. “Keşke ertelemeseydin.”

“Belki hâlâ yapabilirim.”

“Hımm?”

“Hiç.”

Kafamı kaldırıp camdan dışarıya bakındım ve Oğuz’u rayların üzerinde gördüm, bu sefer cesetlere bakıyordu, hem de hipnoz olmuş gibi. Onun akıl ve ruh sağlığından endişe ederek yerimden kalktım. “Ben bir Oğuz’a bakayım, dönerim.”

Sesi cılızdı. “Tabii.”

Dışarıya çıktım ve düzlüğü yürüyerek rayları göreceğim yere kadar gittim. Beni fark etmemişti, çünkü fark etse kafasını kaldırıp bakardı. Düşmemek için dikkatli davranırken, “Oğuz,” diye seslendim ona ama beni duymadı. Karanlığın içindeki siluetinin varlığına tutunarak bir kez daha tekrarladım: “Oğuz!”

İrkildi ve sıçrayarak başını kaldırdı. Gözleri beni seçtiğinde biraz rahatladı ama yüzü hâlâ kaskatıydı. “Ne yapıyorsun orada, yanıma gelsene?”

Başım dönüyor, gözüme ara ara siyah perde iniyordu. Oturma ihtiyacı hissettim, ayakta fazla kalamıyordum. Yüzünü sertçe ovalarken, “Geliyorum,” dedi ve son bir kez daha dönüp cesetlere baktı. O cesetlerden birkaçı yakın arkadaşlarına aitti ve o arkadaşlarının cesetlerini buraya kadar kendisi sürüklemişti. “İyi misin?”

“Başım dönüyor.”

“Hey, bayılmayacaksın değil mi?”

Ellerini düzlüğe yerleştirdi ve bir gayretle vücudunu yukarıya kaldırdı. Kendini yukarıya attığında vücudunun bir kısmı bana çarptı ve beni arkaya düşürdü. Ben buna gülerken o endişe etti. “Affedersin ya, ezdim resmen.”

Doğrulmaya çalıştım. “Dert değil.”

İkimiz de doğrularak yan yana oturduk ve cesetlere sırtımızı dönerek bağdaş kurduk. Omuzlarımız ve dizlerimiz birbiriyle temas halindeydi ve ellerimiz kucağımızda birleşmişti. İkimiz de olduğumuzun en kötü halindeydik ve bunu saklamaya çaba bile göstermiyorduk. Oğuz dönüp bana baktı. “Yetişebilecekler mi sence?”

Kederli bir iç çekerek kafamı iki yana salladım. “Sesleri duyabiliyoruz ama çok yakından değil, sanki daha günler sürecekmiş gibi hissediyorum.”

“Boğazım çorak bir toprak sanki,” dedi sessizce. Sesinin böyle hastalıklı çıkması beni çok üzdü. Tırnaklarımı avuçlarıma batırma ihtiyacı hissettim tuhaf şekilde. “Nefesim yukarıya çıkarken boğazıma kesikler atarak çıkıyor sanki. İnsan gerçekten her nefesinde acı çekebiliyormuş.”

“Deme öyle, üzülürüm.”

Sesimin titrediğini fark etmiş olmalı ki inledi ve elini omzuma atarak başımı göğsüne doğru çekti. Hiç itiraz etmeden yanağımı göğsüne yasladım ve kollarımı belinin etrafı boyunca sararak ellerimi karnında birleştirdim. Sakallı, köşeli çenesini saç diplerimde hissediyordum. Omzumu yumuşakça okşadı. “Yine de sendeyim tamam mı? Buradayım. Dayanabilirim, çünkü beni bekleyen bir annem, kız kardeşim var. Dayanabilirim çünkü, birisi hayallerimin kızı oldu ve onu basketbol maçımda, bana tezahürat yaparken izlemeyi çok istiyorum.”

Neden söylediği her şey beni ağlamaya teşvik ediyordu? Bu kadar duygusal bir insan değilimdir ama onu kaybetme korkusu beni öyle güçlü bir şekilde yıkıyordu ki, hâlâ tek parça olduğuma inanamıyordum. “Bu da mı hayallerinden biriydi? Seni basketbol oynarken izlemem.”

“Uyuya kaldığımda rüyamda görmüştüm, bir anda hayalim oldu.”

Rüyasında beni mi görmüştü? Bu çok tatlıydı. Yanağımla göğsüne tutundum. “Rüyanda gördüğün her şey hayalin mi olur?”

“Genelde hayallerim sadece rüyalarda gerçekleşir,” gibisinden bir şeyler mırıldandı ve beni daha sıkı sardı. Vücutlarımız birbirine çıkıntı oluşturmuştu. “Umarım bu öyle olmaz.”

Umarım kıvırcığım.

“Annenin veya kız kardeşinin bir fotoğrafı var mı yanında? Görebilir miyim?”

Duraksadı. “Bana bir dakika izin ver.”

Ondan biraz uzaklaştım ve pantolonundan cüzdanını çıkarmasını izledim. Fotoğraflarının telefonunda olduğunu düşünmüştüm. Cüzdanını karıştırdı ve içerisinden iki vesikalık fotoğraf çıkararak bana uzattı. Nazikçe elinden aldım. “İşte, bunlar.”

İlk olarak annesinin fotoğrafına baktım. Oğuz iyi görebilmem için telefonun flashını açmıştı. Dikkatimi çeken ilk şey, Oğuz’unkilerle aynı renk gözleri oldu. Gözlerini yoğun kirpikleri ve kaşları süslüyordu. İnce, zayıf bir çehresi vardı. Dudaklarında varla yok arası duran tebessümüyle kameraya bakıyordu. Omuzlarında bir şal olduğunu, saçlarını özenle taradığını gördüm. Uzandım, diğer fotoğrafı aldım. Kız kardeşi tıpkı annesinin bir kopyasıydı. Koyu sarı saçlar, açık renkli bal gözler, gülen bir surat, ışıltıyla süslenen bakışlar... Hayranlıkla mırıldandım. “Çok güzeller, her ikisi de.”

Çenesini tekrardan başıma dayadı. “Üçünüz de çok güzelsiniz.”

“Teşekkürler.”

“Annem seni severdi,” dedi Oğuz, düşünceli bir sesle. Konuşurken sık sık boğazını temizliyor, yutkunuyordu. Su ihtiyacı içinde kıvrandığını farkındaydım. “Kız kardeşim de.”

Onu daha fazla konuşturmak istemiyordum, biraz dinlenmeliydi. Bu yüzden cevap vermedim, ona şu ana kadar kimseye karşı hissetmediğim merhamet ve şefkati hissediyordum. Bir süre orada oturduktan sonra içeriye girdik ve karşılıklı koltuklara çıkarak uzandık. Biraz sükût içinde olup dinlemeye ihtiyacımız vardı. Melodi’nin hâlâ yerde yattığını gördüm ve ona, yukarı çıkmasını söyleyemeden Oğuz’un gözlerinin içine bakarak uyuya kaldım.

***

Kaç vakit geçmişti bilmiyordum ama ağzımdaki kuruluğa ve midemdeki yanmaya dayanamayarak gözlerimi açtığımda, gördüğüm ilk şey tavan oldu. Loş ışığa alışmak için bir dakika kadar bekledikten sonra parmaklarımla gözlerimi ovaladım ne ve halde olduklarını görmek için Melodi ile Oğuz’a baktım.

Onları, beraber gördüm.

Doğrusu, gördüğüm ilk şey Melodi oldu. Oğuz onu son bıraktığım gibi, koltuğun üzerindeydi ve uyuyordu. Melodi bir elini metro koltuğunun arkasına yaslamış, bir elini ise Oğuz’un saçlarına yerleştirmişti. Saçları yüzünün iki yanında olsa bile Oğuz’un yüzünü kapatmaya yetmemişti. Onun yüzünü göremesem de Oğuz’a doğru eğilen başını çok net şekilde görüyordum.

Onun dudaklarına doğru eğildi.

“Sen... ne...”

Sırtımda keskin bir hançer izi hissediyordum.

Can yakacak kadar keskin.

Nasıl, ne konuştum bilmiyorum ama Melodi’nin irkildiğini ve sıçrayarak refleksle başını kaldırdığını görmüştüm. Elim ayağım buz kesmiş, vücuduma sayısız yerden bıçak girmişti sanki. Ağzım ve gözlerim kocaman açılmış, yüreğim sıkışmıştı. O... Aman Allah’ım! Yüzündeki korku ve dehşete inanamayarak baktım. “Sen... O neydi öyle? Sen... Aman Allah’ım!”

Yüzünden onlarca duygu geçişi aktı. “Beste...”

“Oğuz’du,” diyebildim elim şaşkınlıkla ağzıma giderken. “Bahsettiğin Selim değil, Oğuz’du.”

Geri geri gitmeye başladı. “Beste...”

Bir anda yerimden fırladım ve Oğuz’un hâlâ her şeyden habersizce uyuduğunu gördüğümde bir çırpıda Melodi’nin yanına vardım. Gözlerim kıvılcımlar çakıyor, yüreğim dağlanıyor, omuzlarım titriyordu. İhanet için kullandığı bıçak, onun elinde, benim sırtımdaydı. Görüyorsunuz ya, bir bıçak neler yapıyordu... Onu kolundan tutup metronun dışına çekiştirdim. “O... onu öpecektin!”

Gözüm dönmüş, bilincim gitmişti. Onu metro kapısından dışarıya, Oğuz’un bizi göremeyeceği yere çıkardım ve kollarını iki yanından tutarak yüzüne doğru bağırdım. “Onu öpecek miydin sahiden?”

“Sa... Sadece bir buseydi alacağım, ben... Bestegül aranızı bozmayacaktım. Sadece... Oğuz’dan etkilenen tek sen değildin.”

Ne duyduklarıma ne gördüklerime inanabiliyordum. Başım dönüyor, bacaklarım sallanıyordu. Yemin ederim hayatımda hiç bu kadar şaşırmamıştım. Gözüm seğiriyor, ellerim saçlarımı çekiştiriyordu. Gözyaşlarım pıt pıt düştü. “Senin ne dediğini kulakların duyuyor mu?”

“Bestegül...” ağlayarak elimden tutmaya çalıştı ama faydasızdı. “Sadece ölmeden önce bir kez... Biliyorum, gördüklerin çok yanlış şeyler ama kötü bir şey yapmak istememiştim. Sadece engel olamadım, bir öpücükten başka bir şey yoktu aklımda.”

“Ne vardı aklında?” dedim onu sertçe omuzlarından iterken. Karşımda bambaşka birisi vardı sanki. “Onun da sana karşılık vereceğini mi düşünüyordun? Ya da dur... Bunu daha önce de yaptın mı?”

Titreyerek geriye doğru savruldu. “Hayır, hayır... Yemin ederim...”

“İçten pazarlıklı!”

Hıçkırıkları çoğaldı. “Bestegül, gerçekten öyle değilim. Sadece kendime kalacak ufak bi... Bir an istemiştim.”

“Bunu masumlaştırmaya çalışma,” diye alçak seste bağırdım ve omuzlarından daha kuvvetle ittirdim. “Bu basbayağı ihanet!”

“Biliyorum, büyük kötülük ama...” Hali kalmamış gibi avuçlarını yüzüne kapattı ve adeta haykırarak ağladı. “Etkileniyordum ondan, ne senin ne de onun haberin olmadan bir an alacaktım kendime. Lütfen sırtını dönme bana.”

Gözyaşlarına boğulmuştum, tıpkı onun gibi. Öfkeden kaynıyordum. Etkilendiği için bunu af mı etmeliydim? Beni kandırmış, arkamızdan iş çevirmişti. Ya ben onları dudak dudağa görseydim ne olacaktı? Hangisine inanacaktım? Beni nasıl zor bir durumun içine soktuğunu hiç mi görmüyordu? Onu daha sert sarstım. “Ne yap biliyor musun Melodi? Asla gözüme gözükme!”

“Bestegül, bundan Oğuz’a bahsetme...”

“Hâlâ Oğuz diyor ya!” Çıldırmış gibi onu sarstım ve yaşla parlayan gözlerine baktım. Bu kadar masum görünürken nasıl bu kadar çirkin bir şey yapmaya yeltenmişti? Oğuz’dan etkileniyorsa en başta söylemeli, tavrımı ona göre almamı sağlamalıydı. Şimdi bir yabancıdan farkı yoktu gözümde. Onu sertçe ittim. “Beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattın.”

Ona daha fazla bakamadım. Arkamı dönmek, uzaklaşmak istedim. Bu esnada kolumdan tutarak bir daha, “Bestegül,” dedi ama yüzüne bile bakmadan dirseğimi çektim ve onu savuşturdum. “Yeter!”

Her şey o anda gelişti.

Melodi’nin eli dirseğimden düştü ve onu savurmama hazırlıksız yakalanarak geriye sıçradı. Bir ayağı tümseğin açıklığına denk geldi ve ben arkamı dönene kadar kendini toplayamadan, arkaya doğru düştü. Her şey bir yandan ağır çekimdeymiş gibi, bir yandan da bir anda oluvermiş gibiydi. Vücudunun ağırlığını kaldırmayı başaramayarak düzlükten aşağıya, rayların üzerine doğru sırt üstü düştü. Ona uzanmak için kalkan elim havada öylece kalırken, Melodi’nin sanki ağır çekimdeymiş gibi havada süzülen bedeni bir an sonra, rayların üzerine sertçe yapıştı. Rayların kenarındaki ince, keskin ağızlı demir Melodi’nin göğsünün altından girerek üstünden çıktı ve Melodi’nin boğazından, inlercesine, boğulurcasına sesler döküldü. Bir anda her yer kan ve gözyaşına doldu.

Bayılmadan önce hatırladığım son şey, Oğuz’un bana doğru koşan bedeni oldu.

BÖLÜM SONU.